BİNLERCE AD SÖYLESE, AMACI, DİLEĞİ HEP YUSUF’TU… Unuttum, kimindi bu beyit, yanılmıyorsam Hafız’ın olmalı. Kesin kes hatırladığım ise Abdülkadir Öztürk’ün, ne yaparsa yapsın, hep sanat için, hep heykel için yapageldiğidir. Evet, Abdülkadir Öztürk nice yıllardır tanıdığım ve elbet sanatçı olarak da, – elbet yetmez – insan olarak da beğendiğim bir kişiliğin sahibidir. Ve onunla adaş olmamızla da kuşkusuz bir ilgisi yoktur elbet bu beğenimin. “Gördüklerimin, düşündüklerimin üç boyutlu yontularımda farklılaşarak beni ifade eden işlere heykel diyorum “ diye tanımlıyor A. Öztürk, heykel nedir diye soracak olduğumuzda… “Beni ifade eden işler…” Zaten, niye heykel yapı yorsun sualini de “kendimi ifade etmek için heykel yapıyorum.” diye cevaplan dırıyor sanatçımız. “ Heykelle dinleniyorum” diye de ekliyor. Hatta “ huzuru onda buluyorum” da diyor, “ estetik huzuru da onunla arıyorum…” Şayet kendi heykelini nasıl tanımladığını soracak olursanız o zaman da cevabı “ benim heykelim, insanın varoluşundan günümüze dek geçirdiği evreler içindeki soyut arayışlar, estetik ve görsel ifadelendirmelerdir” oluyor. Yıllardır tanıyorum onu demiştim, tanıyorum ve izliyorum da. Dolayısıyla sanatçı kimliğinin doğru adam kimliğiyle de çakıştığının bilincindeyim. Nasıl olmasın ki kırk yılı geride bırakmış kariyerinde asla bir akımın, asla bir politik ya da entel eğilimin adamı olmak gibisinden bir eğilip bükülüşüne tanık olmadım. Fakat her zaman için eğiliminin kendini yenilemek, aşmak ve farklı malzemelerle farklı deneyimler yaşamak olgusunun tanığı oldum. Nasıl olmasın ki tâ 1994 de, neredeyse yirmi yıl öncesinde de yazmıştım onun için şu satırları: “Anadolu doğasındaki bir taşa, ya da ağaç köküne, şu veya bu yöntemle kalıba döktürdüğü bronza onun müdahalesi yine o parçanın doğası yönünde oluyor genellikle; sanatçının birleştirici, bütünleyici, yol gösterici işlevi doğrultusunda.. O bir anlamda keşfedici de oluyor, bir nesnenin, bir dağ başındaki mermerin, adı bilinmedik bir taşın, ya da sulara kapılmış bir ağaç kütüğünün içindeki ve formundaki cevheri, onun nasıl ve neye dönüşebileceğini keşfeden… Geleceği gören de yer yer… Kısaca özetlersek o bir heykelci, sevdasını ve çilesini taşa, ağaca, bronza aktararak ifadelendiren ve olanca gönül zenginliğiyle bu sevdayı yüreğinde duyan ve çilesini çeken…” Fazlası var, o da bir Almanya sergisi nedeniyle Joachim Wagenblast’ın satırlarında vücut bulduğu gibi “ Abdülkadir Öztürk’ün biçim ve biçimlendirme dili, bulunduğu bölgenin antik değerlerinden yararlandığını gösteren çalışmaları bizleri Avrupa’nın çağdaş sanatını oluşturan temellerin esinlendiği yere götürür.” Şimdi bu yeni sergisine, bu sergide yer alacak işlerine dikkatlice baktığım da onun o soru cevaplarda – tevazuundan olsa gerek – az bile söylediğinin ayırdına varıyorum. O, Abdülkadir Öztürk heykele dönüştürebileceği her malze meye, ağaca, taşa, toprağa, bronza, daha daha ne bulabilirse doğadan tümüne aynı saygıyla, aynı özenle yaklaşıyor. Ve elbet insanı vurguluyor, yer yer figüratif, en azından simgesel anlatımlarla ve özellikle soyutlamalardan da geri kalmayarak… Kuşkusuz her zaman için bilinçli, keskin bir yaklaşım ve gözlemle… O nedenledir ki onun yaratılarında hemen her birimiz kendi eğilimlerimiz, beğenilerimiz oranında bir şeyler bulur, onlarla yücelir, zenginleşiriz. Eminim ki bu yeni sergisi de Abdülkadir Öztürk’ün sizlerde de tıpkı benim gibi yeni ufuklar açacaktır, |